29 Mayıs 2011 Pazar

Deniz, Mehtap ve Sen!


Tanju Okan’ın şarkıları, Yorgo Seferis’in yazıları aynı kasabadan çıkıyorsa, mekâna ayak basılmalıdır. Karbondioksitten yoksun temiz havaya ulaşmanın, hormonsuz domates, çilek, biber yemenin lüks sayıldığı günümüzde, doğal yaşam ve beraberinde gelen huzur Urla’da.

İzmir’e yirmi dakika uzaklıktaki Urla; gün geçtikçe yemekleri ve doğasına karşı koyamayanların akınına uğruyor. Eski dönemlerde burada yaşamış olan Rum halktan kalan Rum evleri, daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, üzüm bağları, arastası, iskelesi, balıkçıları ve manzarasıyla şehirden kaçıp gelenleri hizaya sokuyor, hırslarından arındırıyor.

Yörenin en ünlü yemeği olan katmerin üstadı Ünal Kardeşler, ege otları ve ev yemekleriyle kasabanın en meşhuru Beğendik Abi, elbasan tavasıyla Merkez Lokantası, balıkları ve mezeleriyle Urla İskele’de denize nazır balık keyfi sunan Yengeç, Sardini veya Yosun kaybolan ağız tadını yerine getirecek.

‘ Rahatla’ da ata binip keyif çatarken, Titus-Feronia’da paint ball, atv, bisiklet veya motorla dağ turlarına katılıp temiz havada spor yapabilirsin.

Henüz bakirliğini korumaya devam eden Urla’da bir de tarihle buluşma istersen; zamanında Yorgo Seferis’in yaşamış olduğu butik otelde kalmanı tavsiye ederim. Ruhunun dinlenmeye ihtiyacı varsa, adres belli.

Yorgo Seferis Otel
Tel: 0 232 752 04 14
Titus-Feronia
Tel: 0 232 764 82 00
Beğendik Abi
Tel: 0232 754 20 71


fotoğraflar: http://www.caglarca.blogspot.com/2009/01/urlasigacik.html

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Cannes-Fenerbahçe


Pazar akşamı Fenerbahçe Şampiyonluğu’nun egemen olduğu ev sohbetlerinde arka taraftaki küçük televizyona mahkûm bırakılmış sesi fazla çıkmayan ev sakinleri ise Cannes’da Nuri Bilge Ceylan’ın attığı zafer adımlarına tanıklık ediyordu. Pazartesi, Salı ve bugünkü gazetelerde de Fenerbahçe dünyada olabilecek en önemli başarıyı elde etmiş gibi lanse edilirken, uluslar arası alanda elde ettiğimiz başarılar öngörüldüğünde Eurovision’da 3. oluşumuz bile Cannes’daki gururmuzdan daha fazla önemsenmişti.


Nuri Bilge Ceylan, iki Grand Prix ve bir En İyi Yönetmen Ödülü alarak Cannes’da bunu başaran iki yönetmenden biri oldu. Diğeri ise sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış Andrey Tarkovski. Nuri Bilge ödülünü Emir Kustirica’dan alırken, çevresi Robert De Niro, Uma Thurman, Jane Fonda, Eric Luc Dardenne Kardeşler gibi isimlerle sarılıydı. Önceki başarılarının birer tesadüf değil, gelecek daha güzel haberlerin aperatifleri olduğu bir kere daha kanıtlandı.


Filmleri şu ana kadar vizyonda maksimum 100.000 seyirciye ulaşan Nuri Bilge’nin bu sefer vizyonda da daha geniş izleyici sayısına ulaşmasını diliyoruz. Filmlerini birlikte çektiği ufak ekipleri, limitli bütçesiyle sinemaya gönül vermek isteyen ama korkan herkese teşvik primi niteliğinde ışık tutan Nuri Bilge’ye bir kere de biz teşekkür ediyoruz.





Milyon dolarlar harcayarak yatırım yapılan ve büyük paralar sayesinde şampiyon olan Fenerbahçe’nin( bu sene de olamasa artık şüphe uyandıracaktı), çok büyük bir başarıymış gibi günlerdir gözümüze sokulması, Aziz Yıldırım’ın statta tek başına çekilen fotoğraflarına ‘Kalbim çok Yoruldu’ başlıkları ekleyerek başarı arkasındaki yalnızlığın tüm camiayla paylaşılması kabak tadı verip elli sekiz ayrı spor programında bu konu tartışılırken, dünyanın en prestijli festivallerinden birinde kalabalıklardan ayrışan bir adam yalnız ülkesindeki yalnızlara eşlik ediyordu…

23 Mayıs 2011 Pazartesi

IKEA vs. KOÇTAŞ



Küçük bir yerleşme vukuatı geçirdiğim geçen hafta, normal zaman da pek de vakit geçirmediğim mağazalarda dolaştım, durdum.

Ikea’dan daha önce ufak tefek eşyalar alsam da, son iki senedir Ikea köftesi almak dışında farklı bir girişimim olmadı. Birkaç yatak, mutfak eşyaları, tabak çanak derken üç dört araba ve sayısız kutuyla baş başa kaldığımda ‘ buradan çıkmam kasaya gittikten sonra en az iki saat daha’ sürer diye düşünürken, bana yardım eli uzatan Serdar Bey sayesinde 15 dakikada kendimi kapının önünde buldum. En ufak bir aksama, duraksama, problem, kod okuyamama, kırılma, fiş bitme, asabi kasiyer bakışı, eksik hesaplama gibi hiçbir olaya maruz kalmadan iş bitti.


Benim için pek de standart bir durum olmasa da arkadaşların hepsine sayısız teşekkürler ettim. Evin yolunu tutmuş giderken, listemdeki diğer ürünler için Koçtaş’a uğradım. Uğramaz olaydım. Mutluluk kelebeği edasıyla oradan oraya uçuşurken, bir anda duvara toslamış serçeye döndüm. Aldığım bir sepet eşyada, dört tane kodu olmayan ürünle uğraşılması, gözümün içine baka baka aynı ürünün iki kere geçirilmesi, bir ürüne yanlış bedava ürün yapıştırılması, fiş bitmesi gibi mutluluğum elimden alındığı bir saat geçirdim…


Bir dünya deviyle, yerel bir markayı karşılaştırmak doğru olmaz, hem de ikisinin konseptleri de ürünleri de farklı diyen sesler, susun! Bir basit alışverişçi için evin eksiklerini gidermek için uğradığı iki durak arasında bu kadar fark oluyorsa, her zihin karşılaştırma yapar!


Leziz bir yemek sonrası, tarifsiz kötü bir tatlı yemiş gibiyim. İzin verin buradan çıkıyım!

15 Mayıs 2011 Pazar

20'si BİR ARADA




Hava kapalı olunca; evde oturulur, cam kenarında kitap okunur, hüzünlü şarkılar dinlenir, melankoliye bağlama yapılır. Londra’dan hallice geçirdiğimiz günler boyunca bu aktiviteleri yapa yapa bünyemde psikolojide sapma ve huzurluk oluştu. Üst üste iki güneşli gün bile bu ruh halinde sıyrılmama yardımcı olamadı, bilakis ‘bir anda hava bu kadar ısınır mı’ diye etraftakilere çemkirerek hoşnutsuzluk yaratmaya devam ettim. Bot giydim sıcak bastı.


Söylene söylene taş duvarları sebebiyle hayli serin bir ortamı olan Santral İstanbul’da 20. Modern Türk Sanatçısı’yla buluşmaya gittim. Elektrik Santrali’nin karanlık havası sayesinde dışarıdaki güneşi tamamen aklımdan çıkardım, rahatladım. Kahpe zaman güneşle nasıl başa çıkılacağını bana tamamen unutturmuş...



Asansörle dördüncü kata çıktıktan sonra, güvenlik görevlilerinin haşin bakışları eşliğinde sergiyi gezmeye başladım. Attığım her adımda, arkamdan eş zamanlı atılan bir başka adım sesi duyarak yürüdüm. Ara sıra ‘Her şeyi farkındayım’ ifademle dönüp takipçim güvenlik görevlisi korkutmayı da ihmal etmedim. Fikret Mualla, Fahrelnissa Zeid, Mehmet Güleryüz, Nejad Devrim, Komet, Mübin Orhan gibi yirmi büyük sanatçının eserleri söz konusu olunca her ziyaretçi için bir güvenlik görevlisi kullanma yöntemini korkarak beğendim…




Uzun zamandır, bu kadar değerli ürünü bir arada bulunduran başka bir sergi gezmediğim için aklımda sayısız senaryo oluştu… Video odalarında akşama kadar saklanan, serginin yer almadığı yan odaların gri duvarları arkasına saklanan, asansörleri bozup içine kendini hapseden üç farklı sanat hırsızının müze kapandıktan sonra müzeyi soymaya kalkışması ve bu esnada tesadüfen karşılaşarak, içinden çıkılmaz bir karmaşaya sürüklenmeleri... Vayy, güzel olmaz mıydı?…



Havalar ısındı diye her ipini koparan gibi deniz kıyısına gidip trafikle cebelleşmeyin. Siz sanatı seversiniz, bu özel sergiyi kaçırmayın sonra ağlarsınız. Bütün bu sanatçıların eserlerini bir araya getirmek kolay iş değil haddinizi bilin gidin gezin. 19 Haziran Son!

http://www.santralistanbul.org/exhibitions/show/xx-yuzyilin-20-modern-turk-sanatcisi/tr

12 Mayıs 2011 Perşembe

Sönmeyen Sanat Güneşi



Media Cat’in geçen ay tasarım ekinde Orhan Baba işlemeli t-shirt giyen kızı görünce şaşırdım. Derginin jelâtinini mümkün olduğunca hızlı açmak suretiyle içerideki sayfalarla buluştum.

Rafineri reklam ajansının ellerine teslim edilen derginin içeriği, ‘En alafranga ofislerde, evlerde yaşasak da içimizde bir tutam alaturka muhakkak ki var’ görüşüyle oluşturulmuş. Konu alaturka olup, Türk zekasıyla birleşince ortaya süper icatlar çıkmış. Favorim: Sönmeyen Sanat Güneşi!

Gelen yoğun talep üzerine Akaretler’deki Paul Kasmin Galeri’de 14 Mayıs-30 Mayıs arası sergilenecek olan Alaturka Tasarımlar satışa çıkşa ‘Bozulan televizyona veya cevap veren çocuğa atılan Bunerang Terlik’i’ kesin alırdım!










Yut Unut: Gündemi unutturan, hafızasız bir toplum yaratan unutma haplı horoz şekeri.






Destur: Acil durumlarda büyü bozan, kolay kullanımlı, püskürtme başlıklı pratik kurşun dökme spreyi.











8 Mayıs 2011 Pazar

Türkan Şoray by Koton

Koton’un yaşayan efsane Türkan Şoray’la yaptığı anlaşma sonucu satışa sunduğu Türkan Şoray t-shirt’leri fikrine bayıldım. Bugüne kadar geç bile kalındığı düşündüm. İlk fırsatta koştum en yakındaki Koton’a giriş yaptım.

Hayal kırıklığı yaşadım mı? Evet. Kumaş kalitesi ve tasarımlar sınıfta kaldı. 35-55TL fiyat aralığını biraz yüksek tutup, kamburumuz çıkmadan Sultan’ı göğsümüzü gere gere üstümüzde taşırken daha fazla keyif almamız sağlanabilirdi.

Farklı renkler, kaliteli kumaşlar, pop yorumlarla eğlence ve sıcaklığın dozu arttırılabilirdi. Bu yorumlar eşliğinde t-shirt aldım mı? Aldım, hem de iki tane. O halde fazla da parazit yapmadan söz bitsin, fotoğraflar girsin.



Laf at, izi kalsın yapıp, küçük sinek gibi mide bulandırmıyoruz. Aklımızdaki bir kaç örneği paylaşıp, kalbimizde yatan t-shirt örneklerini ilgili makamlara iletiyoruz.
































6 Mayıs 2011 Cuma

Şişhane Geceleri Volume 2




Havanın hafif sıcaklaştığı gecelerden birinde istikametimizi yine Şişhane’den yana tercih ettik. Defalarca önünden geçip mahallenin küçük, sevimli ve şık görünümlü restoranına ha girdik ha gireceğiz derken bir yıldır adım atamamıştık.


Da Vittorio’yu ‘Pera Palas’ı geçtikten sonra kırmızı tenteli, geniş camlı restoran’ olarak tarif ettikten sonra Şişhane’deki tüm restoran, bar, dükkân ve otellerin önünde tente olduğunu fark etmek de benim için de geceye dair müthiş bir kazanım oldu.



Arnavutkaldırımlı yollardan yürüyüp, Da Vittorio’nun açık yeşil duvarlar üzerine asılmış siyah beyaz fotoğrafları, beyaz örtülü alçak boylu kahverengi ahşap masa ve sandalyeleriyle loş ışığı birleşince Roma’da mıyım, Florasan’da mı, yoksa paralel zaman aralığına geçiş yaptım da başka bir hayat mı yaşıyorum bilemedim. Risotto, domatesli patlıcanlı penne, ravioli, peynirli enginarlı başlangıç, cevizli lahana salatası, bonfile gibi tüm seçenekler gayet lezzetliydi.


Beş kız birleşince önce iş, güç sonra aşk meşk konuları yemeğin lezzetini, ortamın güzelliğini arttırdı. Psikolojik problemli erkekler ve anlam verilemeyen hal hareketleri; aramızda kısa bir süre sonra nişanlanacak arkadaşımızın zihnini açtı, yüreğine su serpti. En nihayetinde Eelence’ye giderek eğlenmeye karar verildi.


Da Vittoria’nun kapısından on, on beş adım atınca Eelence’nin kapısına varıldı. Kan ter içinde içeriden çıkanlar gözlemlenince, kalabalığın değerlendirilmesi yapıldı ve yeni açılan Rook’a gidilmesi öngörüldü. 5 tane kadını fark ettiği anda laf atmanın hak görüldüğü yurdumuzun beylerinden çeşitli 'hoş sözler' duyduktan sonra gecenin başında hissedilen Roma’da mıyım yoksa Floransa’da mı diye karmaşa yaşayan zihnim ‘Aptal mısın İstanbul’un göbeğindesin, boş boş konuşma diyerek’ bana haddimi bildirdi.


Rook’ta yanında bağırarak konuşan arkadaşının ne dediğini anlaman için, dudak okuma eğitimi almış olma gerekliliğinden ötürü fazla kalamadık ve Asmalı’ya yöneldik.


Asmalı’da Independence Day kalabalığına daldığımızda huzura kavuştuk. İtiş, kakış yürürken ‘kişilerin bu kalabalıkta nasıl yemek yediğini anlayamıyoruz’ gibi destansı konuşmalar yaptık. Önümüzdeki gençler sağdaki duvara yanaştırılmış iki kişilik masanın üstüne düşünce ortam biraz kızıştı, biz de aradan sıvıştık… Arkadaşlara kolaylıklar dileyip, dostumuz Otto’ya yamandık.


Kısa bir süre gelip geçen arkadaşlarla sohbet sonrası, bu kalabalıkta ‘bizim de bir masamız ve içilebilir içkilerimiz’ olduğunu düşünerek, sahip olduklarımızdan dolayı kendimizle gurur duyduk.


Hayat bizim için böyleydi, küçük şeylerden mutlu olabiliyorduk. ‘Allah Kahretsin! Stanford’a kabul edilmemişim Harvard’a gitmek zorundayım’ diye sinir krizi geçiren akranlarımız bizi anlayamıyordu…



Da Vittorio tel: 0212 245 88 17

fotoğraf: flicker.com

3 Mayıs 2011 Salı

Etiyopyalı Aida, İstanbullu Ferzan



Ferzan Özpetek’in ‘ Serseri Mayınlar’ filmini izledikten sonra eve gelip blog yapmış,ilk entry olarak bu filmi yazmıştım.


Zeki, duygulu, vizyoner, insancıl bir yönetmen. Her filmi beni bir başka etkiliyor. Hala oturduğum odanın penceresinden dışarıya her baktığımda ‘Karşı Pencere’ filmini bana hatırlatacak kadar yaptıkları içime işliyor…


2008 yılında katıldığım Marka Konferansı’nda uluslar arası başarılarıyla adından söz ettiren bir yönetmen olarak yılın Marka ödülünü aldığında yaptığı konuşmadan iç acıtıcı şekilde etkilenmiştim.


Bu tip durumlarda ınısına, dıdısına teşekkür eden profillerden kilometrelerce ötede bir konuşma yapmıştı… Kalamış’ta geçirdiği çocukluğu, alkol bağımlısı komşusu ve İtalya’da başına gelen birkaç komik olayı arka arkaya sıralamış, üstün gözlem yeteneği ve duygu karmaşasının çarpışması sonucu hayatı algılayışıyla ilgili ipuçlarını paylaşıp, sahneden ayrılmıştı…

Dört gün önce; İtalya’nın siyasi birliğinin sağlanışının 150. Yılında ise Floransa’da yönetmenliğini üstlendiği Aida Operası’nı sahneye koydu… Yanarım yanarım, böyle bir şaheseri izleme şansım olamadığı için yanarım…


Sinemanın dinamizmini operaya aktarıp, alışageldik opera anlayışını değiştirdiğine ve yepyeni kapılar açtığına eminim. Opera sanatının doğduğu topraklarda modernize edilmiş bir haliyle onlara sunmak yürek, altyapı, araştırma, zeka vesaire ister de ister…

Sanatın farklı dallarından beslenen yönetmenlerin, farklı dallara da hizmet etmesi kaçınılmazdır.

Ha biz kendi ülkemizde bunu pek göremiyoruz o ayrı…




İstanbul Film Fesitvali’nden sonra, vizyona giren Pina filminin yönetmeni Wim Wenders için de aynı durum geçerlidir. Efsane filmlerin yönetmeni; ilk olarak resim sanatıyla başlayıp, daha sonra yönetmenliğe geçiş yapmış; bu sebeple de filmlerideki tüm sahneler en ince ayrıntısına kadar düşünülen tablolar gibidir. Şimdi ise Pina filmiyle 2009 yılında ölen ünlü Alman koreograf Pina Bausch’un dansçılarıyla hazırlanan 3 boyutlu bir dans filmi sunarak koreograf Pina’ya selam çakmaktadır.

Egolar azalınca, kişiler donanımlarını paylaştıkça ortaya muazzam işler çıkabiliyor.

Çekilin, çok duygulandım, dışarı çıkıyorum.