22 Temmuz 2010 Perşembe

Londra Dayım 2



Fonda Pinhani’den Bir Anda-Miranda şarkısı, üst baş simsiyah yürüyoruz Londra sokaklarında.

Kutsal amaç: Çalışmak ve İş Bitirmek. Normal turist dostlarımızın sahip olduğu haklar karşısında boynumuz bükük. Galeri, Müze, Mağaza üçlüsü gece 8:00’e kadar bize yasak. 8:00’den sonra da zaten kapılar bildiğin duvar. Yine de yürüdüğün yolun sağ ve soluna bakmak serbest. Dolayısıyla insan bu; görüyor, düşünüyor.

Yürüyorum, aklımdaki soru “üniversite illa ki liseden sonra mı okunmalı”? Liseden sonra araya “2-3 yıl çalış sonra üniversiteye gireceksin” zorunluluğu konsaydı ben şimdi Bond Street üzerindeki University of Art öğrencisi olarak size bunları yazıyor olurdum. Ne okumak istediğimize daha bilinçli karar vermemiz gerekmiyor mu? Lise sonda sanat tarihi okumak istediğimde hem rehber öğretmen hem de aile meclisi, mezun olduğunda evde oturur kanaviçe yaparsın diyerek başlamayan kariyer planımı sonlandırmışlardı. Kimseyi suçlamayalım, ben de kendime inanmamışım demek ki. Sonuçta hamburgerin yanına kızarmış patates iyi gider mantığıyla, “ben işletme okusam fena olmaz herhalde ha” diyerek bölümüme karar vermiştim.

Zihnimde bu cümlecikler dolaşıyor çünkü Londra’nın insanı araştırma geliştirmeye-keşfetmeye-sorgulamaya yönlendiren ve hemencik içine çeken garip bir tarafı var. Resmen yeniden üniversiteye gitmeyi, bir dil daha öğrenmeyi, daha fazla yazı yazmayı, kitap okumayı, en az 6 ay burada ikamet etmeyi istiyorum. Uzun zamandır farklılıkların bu kadar olağan karşılandığı başka da bir yerde nefes almadığım için beynim biraz daha fazla çalışmaya başladı, durumdan memnunum.

Beni üzen tek şey, seneler önce Londra’daki bir müzikalde babamı Robert De Niro zannedip, imza alan ve fotoğraf çektirmek isteyen İngilizlerin beni ve arkadaşlarımı hiç bir şeye benzetmemeleri. Ama olsun. Gün olur devran döner, hayat bize de güler. Belki ben tekrar üniversiteye, arkadaşlarım Hollywood’a gider…
Sevgiler,

LONDON EYE

2 yorum:

  1. Bülent Amca 10 numarasın!!!

    YanıtlaSil
  2. Sağol Sili

    O yıl Vietnam gerçeğini kafalara çivi gibi çakan "the deer hunter" filmindeki rolüyle De Niro olağanüstü bir performans göstermiş ve bir anda pek popüler olmuştu. Aslında yine de insanlar şimdi olduğu gibi O nun simasını henüz zihinlerine kazıyamamış olmalılar ki filmdekine benzer keçi sakalım, o dönemdeki havalı halim ve gerçekten etkileyici, şık paltom sayesinde tiyatro girişinde bekleşen insanların hemen tamamı beni De Niro sandı..

    Yanılma da olsa benim için çok hoş bir anı oldu.

    YanıtlaSil