28 Temmuz 2011 Perşembe

AMY



Etraftaki lüzumsuz, yeteneksiz pazarlama harikası şarkıcılar içimize fenalıklar getirip, bayağılık ve sıradanlıkla paçamıza yapışırken bu kadının ölmesini içime yediremiyorum. Üzerinden günler geçti ama alışamıyorum...

Dünya umurunda olmayan, ilgi çekici olmak için imaj danışmanları ve stratejistlere ihtiyaç duymayan bir farklılığı yitirip, yine şov içerikli hareketler diyarıyla başbaşa kalmak asab bozucu...

Geçen gün eski ünlü manken Helen Christensen kendisinin ve beraber çalıştığı diğer mankenlerin hala gündemde olmasını; zamanında kimsenin onları birine veya birşeye benzetmeye çalışmamasına, onların sadece oldukları gibi olmaları için teşvik edilmelerine bağlamış. Böylece bir dönem kapanınca onlar da kapanmıyor ve hep var olmaya devam ediyorlar... Amy benim için yeni nesil şarkıcıların asi, kendi gibi olan dahisiydi...

Keşke ölmeseydi diyorum ama bir yandan da hepimiz biliyoruz ki; dahi sanatçılar aramızdan erken ayrılsalarda hiç uzaklaşmıyorlar... Huzur içinde yat güzel ruh...

24 Temmuz 2011 Pazar

BAYILDIĞIM MÜZE


Uzun zamandır gitmeyi aklıma koyduğum ama bir türlü fırsat bulamadığım Burhan Doğançay Müzesi’nin kapısındayım. Gün her zamanki gibi İstanbul’un en sıcak günü ve etrafta herkes pişmiş halde dolanıyor...

Taksim Balo Sokak’ın esnafı fena halde sıkkın. Kapıyı çalıyorum oldukça güleryüzlü biri kapıyı açınca şaşırıyorum. Beni asansörle dördüncü kata çıkarıyor. Kısa bir açıklama sonrası kendimle başbaşa kalıyorum...



Dördüncü kattayken bugüne kadar hep duvar yazılarından esinlenerek yaptığı tablolarından tanıdığım Burhan Doğançay’ın New York’tayken yaptığı resimleri çok beğeniyorum....

Türkiye’de satılmış en pahalı tablo Mavi Senfoni’nin sahibi Doğançay’ın her katta ayrı bir dönemini izliyor, kendisindeki gelişim ve değişimin tablolarına yansıması heycanını arttırıyor...

Ben kattan kata geçerken hem etkileniyor, hem de müzeye gelirken attığım hızlı adımların vücudumdan fışkıran terler olarak mutasyon geçirmesine biraz asabımı bozuyor....

En alt katta Zen Diamond’la ortaklaşa yürütülen ve dudak uçuklatıcı meblağlara satılan kolyelerin daha az değerli taşlarla daha uygun fiyatlara çekilmiş benzerlerini görüyorum, oldukça etkileyici...



Yine Doğançay’ın resimlerine sadık kalınarak yapılan bardak ve tabaklar, bir ay sonra satışa çıkacağı tahmin edilen babetler ve çantalar; çağdaş sanatı gündelik hayatımızın birer parçası yapma konusunda atılan güzel adımlar olarak beni sevindiriyor...

Bu arada kapıda beni karşılayan beyefendi arkamda asılı olanın bir resim değil el dokuması halı olduğu konusunda beni aydınlatırken, gözlerim kararmaya başlıyor...

Yanında durduğum deske tutunup, derin nefes almaya çalışıyorum, ancak başaramıyorum... Bir anda ter içinde kalan suratım, ve nefes alamayan vücudumu farkeden beyefendi, beni kafe bölümüne götürerek oturtuyor.... Klimayı açıp, yüzüme pervaneyi dayıyıyor... Bir yandan bana su içirirken, diğer taraftan ellerimi ve suratımı kolonyayla adeta yıkıyor... Bu hafif baygınlık halini başka bir yerde başıma gelse, kimse adını bu vesileyle öğrendiğim Cumali kadar bana iyi bakamazdı diye düşünüyorum...

Hayatımda ikinci kere başıma gelen bu baygınlık durumu beni panikletiyor ancak Cumali sayesinde emin adımlarla dışarı çıkıyorum. Beraber dışarı çıkıp, ben taksiye binene kadar benden gözünü ayırmayan Cumali hayatım boyunca unutmayacağım karakterlerden biri olarak hafızaya alınırken, her anlamda bayıldığım ilk müze gezintim de burada sona eriyor...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

PEACOCK ROOM

(Gerek yüz yüze konuşmalarda, gerekse maille çeşitli paparalar yedim. ‘Eskinden haftada üç gün yazıyordun ne iş’ diye üzerime çökenler, savulunnnn! Eski Ceylan geri döndü... Bundan sonra da üç gün tepenizdeyim...)




Yukarıda gördüğünüz görüntü 1876-1877 yıllardında Mr. Leyland’ın yemek odasında bir değişiklik yapma isteğiyle bu odayı ressam James Abbott McNeill Whistler’a teslim etmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Aşağıda bu odanın yenilenerek sanat severlere müze niteliğinde tekrar sunuluşunu görüyoruz.

‘Peacock Room’ olarak tarihe kazınan bu mekan 1904 yılında iş adamı Freer tarafından komple oda olarak satın alınarak, Detroit’teki kendi evine monte edilmiş... Şu an Freer Art Gallery’in sürekli sergilerinden biri olarak gezilebiliyor.

Kapı üzerinde kafa kafaya gelmiş iki kavgalı tavuskuşu, Leyland ve ressam Whistler’ı temsil ediyormuş. Yemek odasında sadece ufak bir değişiklik isteyen Leyland odanın bir sanat mabedine dönüştüğünü görünce çileden çıkıp, Whistler’ı parasnı ödememekle tehdit etmiş... Ve aralarında ciddi bir kavga başlamış...



Bu arada Whistler’ın Leyland’ın karısına gizli bir aşk duyduğu da bugün böyle müthiş bir sanat eseriyle karşı karşıya olmamızın sebeplerinden biri olabileceği 200 yıldır devam eden dedikodulardan! ☺

17 Temmuz 2011 Pazar

40THEFILM


40 ‘deneme kopyası’ olarak bizim eve girdiğinde ‘işim var, şu an izleyemem’ tribime maruz kalmıştı. Ardından salonda çalışırken bilgisayarın başından göz ucuyla filme bakma sürecim başlamış, on dakika sonra herşeyi bir kenara bırakıp pür dikkat filmi kıpırdamadan izlememle sonlanmıştı... Film biter bitmez de Emre Şahin’le tanışmak istemiştim.

Türkiye’de bir benzerine şu ana kadar benim rastlamadığım film; oyuncu seçimi, görsel gücü, öykü ve kurgusuyla Emre’nin yapacağı diğer işleri heyecanla beklememe sebep oldu...



Toronto ve Osaka’da ‘official selection’ listesinde yer alarak gösterimi yapılan filmin yurtdışında maruz kaldığı ilgiden fena halde başının döndüğünü de söylemeden geçemeyeceğim!!


Önereceğim nadir Türk filmlerinden biri olan 40’ın temmuz ayının kurak havasında bile olsak bolca gişe yapmasını diliyorum!


Bol şans Emre ve Sarah!!!

Not: Ali Atay'ın nasıl iyi bir oyuncu olduğunu ben bu filmle anladım...

Fragman için tık tıklaa.... http://www.40thefilm.com/

12 Temmuz 2011 Salı

Mermerin Son Vuruşu



Yaz olunca yavaşlıyor, sakinleşiyoruz. En nihayetinde İzmirliyiz☺ İstediğin kadar zorla bünye bir noktadan sonra sisteme karşı gelip fiestaya yöneliyor...

Bir hafta boyunca dolaşıp, gezdik, görüp içtik, içip yedik. Urla’ya senelerden beri geçerken uğrardım sadece, en jenerik olan mekanlarında gezer, İskele’de balık yerdim en fazla.

Ancak bu sefer coştum, köşe bucak, sokak aralarını adımladım. Kendine has yapısı, eski Rum evlerinin sadeliği, güzelliği arasından Arasta’ya geçişi ve Arasta’daki her dükkanında kendine has enteresan yapısı karşısında etkilendim.

Arasta; Urla Merkezi’nin çarşısı... Tüm eski dokular korunmuş, biraz İzmir Kızlarağası Han’ını hatırlatıyor... Katmercilerin önünden geçip, ara sokaklarda dolanırken farkında olmadan Ana Meydan’a çıkıveriyorsun... Farketmeden çıkman çok iyi! Çünkü farkettiğin anda burayı görmeseydim de bu daracık sokaklar ve doğa benim ruhumu temizleseydi diyorsun...


Ana Meydan’a her yerde posterlerini görebileceğiniz ‘URLA RAHATLIYOR; MEYDAN AÇILIYOR’ havasında bir yapı dikmişler. Baştan aşağı mermer bir yapı hayal edin. Taban, tavan ve yan duvarların mermer olması, Urla havasının çok sıcak olmasıyla harmanlanınca ortaya üzerinde yürürken beyin kanaması geçireceğinizi hissettiğiniz bir yapı çıkıyor... Hangi mimar, hangi öngörüyle üzerinde bir tane bile ağaç olmayan, su birikintisinin yanından geçmeyen, ve ferahlık vermeyen bir meydan, yaşam alanı planlar bilemiyorum.... Belediye binaları, sağlık ocakları, hastane adasıyla hep zarif yapıların merkezi olan Urla’nın ortasına konulan bu mermer yuvası dudak uçuklatıcı, uyku kaçırıcı cinsten... Çölde yaşasam nasıl olurdu diye düşünüyorsanız, alanı baştan sonra bir kere yürümenizi tavsiye ederim.!
.