27 Aralık 2013 Cuma

Joan Miro'ya bile rahat vermiyoruz!



Merhaba merhaba merhaba,

2013’e kısa ama öz bir veda çekip, 2014’ü kucaklamak istiyorum ama ne mümkün! Sanatla, aşkla, sevgiyle ilgili bir şeyler yazıyım istiyorum ama aklım fikrim rüşvette skandalda yalanda dolanda...

Şimdi siyasete girip ruhumuzu daraltmayalım ama size en az oralardaki kadar kımıl kımıl farklı bir dolandırıcılık ihtimali sunayım. Böylece hem gündemden kopmamış olur, hem de sahtekarlığın farklı dallarını değerlendirmiş oluruz.

Taraflardan biri merkezi Barcelona’da olan Miro Vakfı diğeri ise ARETE Sanat Galerisi.  Miro İstanbul’da sergisi 20 Kasım’da ziyaretçilerine kapıları açtı, 19 Ocak’a kadar da devam etmesi planlanıyordu. Ancak 18 Aralık’ta Miro Vakfı’ndan serginin vuku bulduğu Mimar Sinan Üniversitesi rektörlüğüne bir mail geldi. Mailde sergide yer alan eserlerin usulsüz olarak gösterildiği ve yarısından fazlasının da sahte olduğu yazıyordu. Miro Vakfı acilen bu serginin kapatılmasını istiyordu... Ve elbette sergi hemen ertesi gün ziyarete kapatıldı.

Arete Sanat Galerisi yetkilileri de bu eserlerin orjinallik belgelerinin sunulduğunu, Miro Vakfı’ndan hangi eserlerin sahte olduğunu düşündüklerine dair rapor beklediklerini söylüyorlar... Ancak benim anladığım ortada bir telif sıkıntısı var... Miro Vakfı muhtemelen dünya çapında yapılan sergilerden belli bir telif ücreti istiyor, Arete Sanat Galerisi de buna yanaşmıyor. Tabi buna yanaşmamak bir hak mı yoksa hukuksuzluk mu bilmiyoruz. Dolayısıyla gelişmeleri heyecanla bekliyoruz.

Hukuğun çok doğru işlediği bir yerde yaşadığımızı zaten yıllardır gizli gizli, kaç gündür de apaçık görüyoruz. Dolayısıyla bizde telif hakkıymış, insan hakkıymış, tutuklu hakkıymış gibi kavramlar tamamen göreceli ve değişken olduğu için böylesine kıymetli bir sanatçının vakfıyla sıkıntılar yaşamamız da gayet doğal... ‘Biz hallederizzz’ ‘Biz bilirizzz’ ' Ne alakasıı var yaaa' kafasından bir çıksak çok işler yapacağız ama ahh bir çıkabilsek...  

12 Aralık 2013 Perşembe

Aşk ve Ölüm



Farklı sanat dallarının birbirine hizmet, yardım ve yataklık etmesi çok şahane sonuçlar doğurur. Dünya tarihi şiirden esinlenerek yapılan şarkılara, müzik dinlerken coşan ressamlara, edebiyattan esinlenerek çekilen nefis filmlere ve daha nice olumlu etkileşimlere tanıklık etmiştir.

Bakınız misal kült film Eyes Wide Shut (Stanley Kubrick) Arthur Schnitzler’ın Rüya Roman (Traumnovelle) adlı romanından esinlenerek yapılmış etkileyici bir filmdir. Aferin çok sevindim de bize ne derseniz ilgimi çeken 1865-1931 yılları arasında yaşayan yazar Arthur Schnitzler’ın eserlerinin sadece Kubrick’e değil bir çok yönetmen ve yapımcıya da ilham kaynağı olmasıdır. Bu durumdan etkilendim çünkü yıllar boyunca bu kadar farklı insana hitab edebilemek, tiyatro oyunlarına, filmlere ilham olmak hiç kolay değil bilirsiniz... Schnitzler’in eserlerindeki karakterlerin çoğu ilgi çekici... Sınırlarda yaşayan, topluma ayak uyduramayan, uydurmak istemeyen zaman zaman ise oldukça sıradan görünen karakterler çıkarıyor karşımıza... Hayatın değişkenliğini bire bir yansıtan karakterleri Freud’un da fazlasıyla dikkatini çekmiş. Hatta Freud’un Schnitzler’e ‘Benim onlarca insan üzerinde araştırma yaparak edindiğim bilgilere siz sadece sezgileriniz ve gözlemlerinizle ulaşabiliyorsunuz...’ dediği kayıtlara geçmiş... Bir ustadan diğer bir ustaya yapılan bu hoş bildirim aklımızdayken esas konumuza gelelim..

Schnitzler’ın kütüphanemde yerini alan Ölmek ( Sterben) adlı romanını okurken az biraz gerildim! Kitap Viyana’da yaşayan genç bir çiftin başına gelen trajediyi anlatıyor. Roman Marie’ye aşık olan Felix’in bir yıl içerisinde öleceğini öğrenmesiyle başlıyor. Bu haberi duyunca yıkılan ve sevgilisi yerine kendisinin ölmek istediğini söyleyen Marie’yi sakinleştirmek hasta olan Felix’e kalıyor. Çift birbirlerine o kadar aşıklar ki Marie her şeyi bir kenara bırakarak kendini Felix’e adıyor... Felix uzun bir süre hastalığı ve ölme ihtimaliyle dalga geçiyor. Ancak iş ciddiye bindikçe birbirini her an karşılıklı hoş tutmaya çalışan çiftin ruh halleri oldukça değişkenlik göstermeye başlıyor... Uzun süre başbaşa kalan çiftin ilişkilerinde aşk nefrete, ümit korkuya, saygı alaycılığa, sevgi bıkkınlığa, birliktelik yalnızlığa dönüşüyor ve beklenmedik bir sonla tokadı patlatıyor...

Kitabın sayfaları su gibi akarken yer yer nefes almakta zorlanan vücudum tamamen aynı duyguları daha önce de hissettiğini hatırlıyor... Zihnim geçmişi zorluyor ve karşımda Haneke’nin Amour’u(Aşk) duruyor. Ve şu soru içimi yiyip bitiriyor...  Haneke Aşk’ı yazmadan önce kendisi gibi Avusturyalı olan Schnizler’in Ölüm’ünü okudu mu okumadı mı? Soruyorum; okudu mu?  

artwork: Moran Victoria Sabbag

10 Aralık 2013 Salı

Tanıştırıyorum: George Bellows!




Amerikan kültürünün önemli figürlerinden biri olan ressam Bellows’u geç buldum. Eserleri bir arkadaşım tarafından bana gösterilinceye dek kendisinden haberdar değildim. Bellows’u ben sevdim siz de sevin diye bilmeyene  tanıştırmayı borç bilirim.


Modern sanata geçiş döneminin en büyük temsilcilerinden olan Bellows, çok şükür ki ölmeden önce kıymeti bilinen sanatçılardan. Henüz 27 yaşındayken Ulusal Akademi’ye seçilerek kurumun en genç üyesi olmuştur. Ohio’dan New York’a ilk taşındığında New York’un yaşayan gerçeği resimlerine konu olmuştur. Hareketli sahneleri resmetmesiyle ünlü olan sanatçı kendisi de bir sporcudur. Bu yüzden ilk dönemlerde boks maçı sahneleri, ilerleyen dönemlerde polo, tenis maçlarını resmetmiştir. Maine’den manzaralar, 1. Dünya Savaşı, portreleri de oldukça ses getirmiştir.




1925 ylında, 42 yaşında vücudundaki bir iltihaplanmadan dolayı ansızın ölen Bellows’un yaşayan resimlerinden etkilenmemek elde değil. Bakın, hissedin ve anlayın...