31 Ekim 2010 Pazar

MERİÇ KARA

Oradan buradan youtube’a girmeye çalıştığımızın 2.5’uncu senesi dolmuştu ki, youtube tekrar açıldı. O kadar alışmışız ki sağdan soldan girmeye, şu an legal giriş yapmanın ben de pek de heyecan yaratmadığını söyleyebilirim.

Burada hep güzel iç açıcı konulardan bashedelim, kafaları sakinleştirelim, fark etmediğimiz detayları görelim, gülelim istiyorum ama Pazar sabahı uyanıp da Taksim’in göbeğinde patlayan bombanın 22 kişiyi yaraladığını öğrenince içimden sadece durmak geliyor...

Tüm hisleri kursakta bırakmak suretiyle yaşam enerjimizi yavaş yavaş çalıyorlar. Baş başa kaldığımız tek his; acı. Yarın sabah kalkıp normal hayatımıza devam edeceğiz ama bir tarafımız yine eksikli...

Türkiye üzerine korkutucu tasarıları olanları kafamızdan bir süreliğine çıkararak, dünyada Türkiye’yi tasarımlarıyla temsil eden özel bir yetenekle haftaya başlayalım...

Meriç Kara karşınızda!...

· ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı mezunu...

· Milano Domus Akademi’de yüksek lisanslı...

· Benetton Tasarım Departmanı’nda çalıştı..

· Phaidon Press’in 6 fork kitabında en ilginç 100 genç tasarımcıdan biri olarak gösterildi...




















































































































Tü Tüm görseller www.merickara.com adresinden alınmıştır.







29 Ekim 2010 Cuma

H.’nın LANETİ

Normalde; herkesin çalıştığı zamanlarda araya tatil sıkıştırmaya çalışıp, herkes tatil yaparken de çalışıyoruz. Bunun sebebini tam olarak çözemiyor, çok da konuyu iredelemiyoruz.

Ancak ilk kez düzene ayak uyduralım, biz de önceden program yapalım tripleriyle harekete geçtik. Şehirden biraz olsun kurtulmak, temiz hava almak, ağaç evlerde konaklayıp doğayla buluşma seremonisi yaşayalım istedik.

Lakin İstanbul’un pek çok köşesindeki ağaçlık alanlar, parklar katledilerek yerlerine hepsini temsil etmesi amacıyla manolya, ıhlamur, menekşe, kestane, gül gibi isimleriyle ‘şimdi burada yoklar ancak onları unutmadık, unutmayacağız’ havasında apartmanlar, siteler inşa ediliyor. Kese kese ağaç, çiçek kalmayınca zeki insan beyni yepyeni çözümler üretiyor. Evinin duvarını, çatısını, bacasını yeşillikle, çiçekle kaplayarak sana doğa hizmeti sunuyor... (greenovergrey.com)


Bizim evde bunlardan olmayınca, biz de mecburen uzak diyarlara nefes almaya gitmeye çalışıyoruz! Uzun zamandır methini duyduğumuz Kaz Dağları’na gitmek için araştırma yaparak, feribot biletlerimizi cebimize koyuyoruz... Ama doğa uyarısını yapıyor ve kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düşüyoruz. Hava muhalefetine karşılık, feribot seferleri iptal edilince bize de sadece duvardan fışkıran bitki fotoğraflarına bakmak kalıyor... Bu arada sadece Havanın değil, bizim bir yere gitmemizi istemeyen H.’nın da konuyla ilgili laneti olduğunu düşünüyorum o ayrı...

Ama her şeye rağmen, tatilin çöp olmasından dolayı üzgün değiliz. Bendeniz hafta başında Ata’nın ses kayıtları temizlenerek tekrar yayınlandığından beri bir garibim. İlk koltukta uzanarak haberleri izlerken rast geldiğim Ata’nın sesi evde yankılanmaya başlayınca, hemen ayaklanıp toparlandım, o konuşurken yatmaktan utandım... Sesi hala kulağımda.

Şu an bilgisayar başında otururken düşündüm, çoğu tatilde oraya, buraya koşup gitmek için planlar yapmak yerine çalışmayı tercih etmemin O’nun sesi evde yankılandıktan sonra anlam kazandığını farkettim.

29 Ekim Bayramı’nız kutlu olsun!

26 Ekim 2010 Salı

Gezdim-Gördüm-Sevdim!



Santralİstanbul’un sergi alanı olarak bize sunulduğu günlerden beri yandaşıyım. Hem kampüsün, hem de sanat merkezinin soğuk, hafiften karanlık kentli hali beni içine çekiveriyor... Aynı İstanbul’un ta kendisi gibi...

Santralİstanbul’da 20 Kasım’a kadar tarihe, çevre bilimine, kentleşmeye, istatistiğe,psikolojiye, toplumsal olaylara, sanata, kültüre ilgili duyan herkese İstanbul’un 100 yıllık geçmişini sunan bir sergi var.



Uyarım var, dinleyin. Bol zaman ayırabileceğiniz bir gün sergiye gidin. 100 yıl bir kaç saate zor sığıyor. Taksim’in AKM öncesi hali, Anjelique’in kuruluşu, AVM’lerin yıldan yıla çoğalışı, 30 yılda 4’ten 12.9 Milyon’a çıkan istanbul nüfusuna karşı değişen sayısız İstanbul hali Santralİstanbul’da....








24 Ekim 2010 Pazar

Facebook/ Feysbuk

Türkiye’deki yoğun kullanıcı sayısı Amerika ve İngiltere’den sonra 3.’lük madalyasını boynumuza takmamıza sebep olan Facebook ve 2006 yılında bombabomba.com albümüyle en çok satan sanatçı ünvanını kazanan İsmail YK’yı buluşturan şarkının nakaratı aşağıda okumanız için sunulmuştur.

Facebook facebook hergün aradım durdum
Facebook facebook bu kızı ordan buldum
Facebook facebook görür görmez tutuldum
Facebook facebook galiba aşık oldum

Bu nakaratı ilk kez dinledikten sonra etraftakilere İsmail YK’nın Çılgın- Feysbuk şarkısını duyup duymadıklarını sordum ancak çoğunluğun ‘sen yanlış anlamışsındır’ yorumlarına maruz kaldıktan sonra, kendi duyduğuma değil, başkalarının benim yanılmış olduğuma dair söylediklerine gönülden isteyerek katıldım.

Şarkının gerçek olduğu kanıtlandıktan sonra güldüm ve geçtim. Ta ki 18-19 Ekim’de Interaktif Pazarlama Zirvesine katılarak başladığım haftayı David Fincher’ın The Social Network filmini izleyerek bitirene kadar.

Pazarlama Zirvesi’nin son oturumunda 5 genç- 5 pazarlama yöneticisine karşıydı. Birbirlerine sordukları sorular genelde kahkahalarla cevaplandı. Son zamanlarda izlediğim en keyifli panellerden biriydi. Taraflar karşılıklı birbirlerini tanımaya çalıştılar. Ancak belli ki gençleri anlamak ve çözümleyebilmek artık farklı bir iş kolu. Onlar gelecek dönemlerde hepimizin ezberini bozacaklar besbelli...

‘Hangi markaya sadıksınız’ sorusuna ‘ Niye bir markaya sadık olayım ki?’ ile cevaplayan, ‘En çok tercih ettiğiniz mecra’ sorusuna ise ‘ Hiç televizyon izlemediğim günler oluyor ama internetsiz asla’ diyen gençlik ‘Facebook yaşadığımın kanıtı olduğu için kullanıyorum’ diyor. Tanıştığı kişilerin telefonlarını isimlerini kaydetmekle uğraşmak yerine onlara face’ten ulaşmak ve ilişki durumlarını öğrenmek böylece acısız, kansız.

The Social Network’ü kuran 20 yaşındaki Mark Zuckerberg’in onu terk eden kız arkadaşından öç almak için geliştirdiği fikirlerin sonucu olarak ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan facebook’un bugünkü kullanım sebepleri aslına bakarsanız kuruluş amacına hizmet etmeye devam ediyor. Kısaca Sen Kimsin, Ne yapıyorsun, Sevgilin var mı yok mu? Bir sene önce duyduğumda güldüğüm İsmail YK esasında biz bu filmi izlemeden çok önce konunun özünü çözmüş ve şarkısını yapmıştı; ‘Hergün aradım durdum, facebook facebook bu kızı oradan buldum’...

Mesleğini seçmek üzere olan gençlere sürekli olarak aşık olacağın bir meslek seç, çalışıyormuş gibi hissetmeyeceğin hobi gibi yapacağın bir işle uğraş diye öğütler veren büyüklerimizin, Sony Vaio bilgisayarıyla bütünleşerek gece gündüz çalışan Mark’ı asosyal ve sıkıcı olarak tanımlamaları ise tartışılmalı.

Facebook gibi diğer sosyal ağlar sebebiyle tamamen bireyselleştikleri, online ilişkiler kurdukları için durumları vahim bulunan gençleri mütamadiyen eleştirmek, asosyallikle suçlamak, onları kısıtlamaya çalışmak ve eski dostulukların çok daha iyi olduğuna dair onlara hikayeler anlatmayı bırakmak gerek çünkü onlar bu şekilde yaşamaktan gayet hoşnut.

Gençler tarafından kullanım oranı artarak devam edecek olan internet üzerine sayısı artarak devam eden araştırmalar, yaratıcı çalışmalar yapılmalı. Keza İsmail YK bunu öngörmüş olacak ki bundan 4 sene önce bombabomba.com adlı albümüyle yılın en çok satan sanatçısı olmayı başarmış.

Facebook filmini kullancıları dışında kimseye tavsiye etmeyen, diyalogları sıkıcı ve takip edilmesi zor bulan eleştirmenleri dinlememenizi, mahremiyetten hoşlanmayan ve hayatlarının her anını online olarak paylaşmaktan mutlu olan yeni neslin bu özelliğini keşfederek 500 Milyon üyeye sahip 25 Milyar Dolarlık bir şirkete sahip Harvardlı Mark'ın hikayesini izlemenizi tavsiye ederim. Yeni nesil, beklentileri ve yaşam tarzlarını farkında olmadan analiz edip, dünyayı peşinden sürükleyecek fikir bulmak nasıl olur görün.

O zaman feysbuk şarkısının son 4 dizesiyle veda edelim...

Lokomotif Gülşen, çıtı pıtı Birsen ah bir görsen

Cici bici Ebru, esmer Banu tanışabilsen

Güzellerden güzel beğen ne istersen

Herkesin zevkine göre facebookta

21 Ekim 2010 Perşembe

ALLES GUT!


Hayırlı uğurlu olsun. ALES başvurusu yaptım, gururluyum. Form doldurma, sıra bekleme, doğru gün ve saati tutturma, dökümanların hiçbirinin unutulmaması, bankaya para yatırma... Bu nefis süreç kimileri için konu edilmeyecek uygulamalar olsa da benim belalı olduğum, her zaman başıma iş açmayı başardığım konular.

Yalnız garip bir duygu. Tekrar üniversiteye ayak basınca heyecanlanırım sandım, niente. Daha bir gün önce girdiğim kapıdan tekrar girmek istediğimde araçla girmek yaSSAkkk dendi. ‘Bir gün önce girdim’ dedim. ‘Tamam dün sondu, bugün yassakkk’.... Benim ruh daralmaya başladı tabi. Onların kuralları varsa benim de çenem var diyerek girmeyi başardım içeri.

İçeri girince, orda dur, burda bekleme, sağda bekle, randevundan önce geldin ne yapsak ki, sürekli direktif, sürekli olumsuz ifade.... Gençlerle uğraşmak o kadar da sıkıcı olmasa gerek, niye bu kadar mutsuzsun ki?

Eğitime evet, manasız sistemlere hayır! Ben öğrencinin ortalığı karıştıran sorular soranını, hayalleri geniş olanını, statülerden korkmayanını, rahatını severim. Hocanın da yenilikçisini, kendiyle dalga geçebilenini, ilginç hikayeleri olanını... Kısaca sevdiğim hoca ve öğrenci tarzını bulmak da zorlanacağımı düşündüğüm için bir anda bugün sırada beklerken, tekrar öğrenci olmanın çok da zevkli olmayacağını düşündüm... Birileri beni şaşırtsın lütfen derken....

İşte hepimizin hergün girip ortalığı kolaçan ettiği, dünyada 500 Milyon kullanıcısı olan, en çok kullanımda 3. Sırada yer aldığımız Facebook’un hikayesini bu kadar heyecanla beklememin sebebi sanırım Mark Zuckerberg’in okul hallerini meraketmemden kaynaklanıyor.

Böyle bir zekanın işleyişini, dünyanın en değerli şirketleri arasına giren bir şirketin yaratılış sürecini (bir kızdan öç almak için neler yapabiliyorsun...) David Fincher’dan izlemek... Bu hikaye adamı heyecanlandırır.

Sen daha Ales ceylan allasennn güldürme beni derler adama....


üstteki fotoğraf: oshawacamesa club.cq

19 Ekim 2010 Salı

YÜRÜ OSMAN!



Herşeyi göze alma cesaretini gösteren profiller bu ara resmi ilgi alanım.
Vogue İtalya'nın internet sitesinde 'new talents' linki altında görebileceğiniz bir isim: OSMAN!




Başarılı bankacılık kariyerini geride bırakarak moda dünyasına katılan Osman Yousefzada'nın Koleksiyonun'dan...




sevdim seni pikachu...



17 Ekim 2010 Pazar

RADİKAL& RENKLER

Kısa bir haftasonu değerlendirmesi, ve evet Radikal sevmeyenleriyle de buluştu. Küçültülmüş ebattan tam anlamıyla yazı fışkırıyor, 5 gün okurum anca biter. Karşımıza ilk gün tirajı havasında afallatıcı bir sayı çıkarmazlar herhalde çünkü D&R’larda bedavaya dağıtılıyordu. Beleşi severim, ben 4 tane aldım. Çok hevesli olduğumu gören çocuk 2 hafta boyunca bedava dedi, bana uyar dedim.

Sonra da ofise gittim, arkadaşlara dağıttım pek sevindiler. ‘Ana gazete yok mu’ diye sordular. ‘Bu ta kendisi’ dedim. Yeni Radikal’i ek zanneden bir çok kişi olduğu aldığımız haberler arasında... Neyse sonuçta ben mutluyum çünkü Eyüp Can Tempo dergisinin bu ayki sayısına bir röportaj vermiş ve ‘gazeteci olmasam moda dizaynırı olmak isterdim’ demiş. Bu kritik noktada ben sadece Radikal’in yeni halinin çok beğenilmesini dileyebilirim...

Konuyu değiştirelim. 18 Ekim tarihinde, yani muhtemelen siz bu satırları okurken Yiğit Yazıcı’nın Bali Sanat Galerisi’ndeki sergisi sonlanacak. Varoluş amacım serginin başlangıç tarihini haber vererek sizi gitmeye teşvik etmek, ancak bu seferlik bitiş tarihiyle yetineceğiz ve beni sonsuza kadar affedeceğiz.

Renk beni mutlu, ruhumun sıkıntısını yok eder. Sergi, tüm tabloları alıp evde başbaşa oturup, izlemelikti. En etkileyici bulduğum 5 tablo burada, favorim ise en yukarıda...

Sanatçımız Yiğit Yazıcı der ki;

Ne kaybettik? İçimizi.

Nerede? Dışarıda bir yerlerde.Bu yüzden mekanlarımızı güzel kılmaya çalışıyoruz.

Bir sanatçı ne arar? Sanatçı içini arar. Senin dışını güzelleştirmek için.

Aradığın, kaybettiğin İç’i bul diye...



Ceylan der ki;

Aradığın İç'i bulmak çoook zor,

Rahat ol zamanla görünür doğru yol,

Zorlama yoksa olursun mor!


15 Ekim 2010 Cuma

Ateşle Oynayan Kız

Sürekli olarak yapılan hava muhabbetleriyle dalga geçtim, damdan düştüm. Hastalandım, cezalıyım dışarı çıkamıyorum.

Üniversitede derse hasta gelenleri ‘bize mikrop bulaştıracaksın’ diyerek haşalayarak kovan bir hocam vardı. Korkudan kimse öksüremezdi bile. Bu adamı bu sebepten her hasta olduğumda hatırlıyorum...

Hasta da etse soğuk, sisli, kapalı havaların gizemini sevmemek elde mi? Peki bu hava koşulları eşliğinde bir film izlemekten güzeli var mı? Mutlaka vardır. Ama bu da tatmin edici bir seçenek.

Filmekimi'nde ben gittim sen de izle diyeceğim filmlerden biri daha karşında.

Milenyum 3’lemesinin sisteme kafa tutan tavrı bir yana, Lisbeth Salander ve Mikael Blomkvist karakterlerine hayat veren oyuncuların performansı, soğuk yağışlı atmosfer ve yaşanılan kaos birleşince filmleri seyirlik oluyor.

Ateşle oynayan kız; ilk filmin çok bilinmeyenli denklemine göre biraz daha durağan olsa da son ana kadar gizemini koruyan bir film olarak göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor, sen devam etsin istiyorsun!

Ancak haberler tedirginlik verici. Hollywood’un gözünü diktiği seri kanımca bol efektli ve filmin ruhundan çalmışçasına suratımıza çarpılacak. Baştan bu önyargı, bu asabiyet neden diye sorarsan, cevap basit. Başrolde Daniel Craig ve haşin bakışları oynuyor, başka söze gerek var mı?

14 Ekim 2010 Perşembe

Montpensier Prensesi, Aslı ve 3 Adam!

Ortalığı boş bıraktım, kusura kalmayın. Üniversite yıllarımı anlamlı kılan zatlardan bir tanesi
şu an karşımda oturuyor, 2 gündür de İstanbul’da.

Hiç değişmemiş halleriyle beni gülmekten kırıp geçiriyor.

Hala her işi ters gidiyor, tezini yeni bitirmiş ama okuldaki kaydı bitmiş dolayısıyla okula tekrar kaydolmaya çalışıyor. Kaydı silindiği için mailini hiç etmişler. O da iletişim kurması gereken kimseyle görüşemediği ve kimse telefonlarına çıkmadığı için evin içinde oradan oraya kendini atıp Hollanda’ya sevgilerini gönderiyor.

Ayrıca Hollanda, İngiltere ve Barcelona’da geçirdiği son 2 yılda hırsızlık, kapkaç ve kumpasa getirilmesinden dolayı Avrupa’ya nefreti Türkiye’ye aşkı kabarmış.

Hollanda’da zemin kattaki evinden kendisi de evdeyken yabancı eller pencereden uzanıp masadaki bilgisayarını çalarken o da bilgisayarının kablosunu yakalamış ve küçük çaplı bir savaş yaşamışlar. Kaybeden bizimki, kaybedilen yeni alınan 1 haftalık bir bilgisayar olmuş.

Barcelona’da Gaudi’nin eselerini gözleri yerinden çıkarak izlerken bir fermuar sesi duymuş arkasını dönmüş ve arkadaki hırsızcığımızın eli onun çantasında dolaşıyormuş. Çığlık ve bağrışlarına karşılık adam rahatça etrafına bakınmaya devam edince, görevliler hırsızı değil ‘ fuck uuuuuuu’ diye bağıran bizimkini dışarı çıkarmak zorunda kalmışlar....

Aslı artık akşam uyurken önemli eşyalarını ve paralarını vücuduna bantlayarak yatan, sadece mala gelmesin cana da gelsin, yetti gari artık diyerek tüm hırsızlara kafa tutmaya başlamış...

Ben de onu 1500’lü yıllara Katolik-Protestan Savaşlarının yaşandığı Montpensier Prensesi’nin hayatının içine götürdüm. Bertrand Tavernier’in yönetmenliğini yaptığı film süresi itibariyle bir noktadan sonra dizi kıvamına gelse de, son dönemin en güzel oyuncularından biri olan Melanie Thierry ve yakışıklı Gaspard Ulliel’i perde de izlemek Aslı’yı biraz sakinleştirdi. Babylon A.D. ‘de ilk kez gördüğüm Melanie’nin güzelliğine bir kez daha hayran kaldım.

Görsel gücüyle seni içine alan film, 1500 yıllarda kocanı onun gözü önünde aldatmak, ortalık yerde sevgilinle öpüşüp koklaşmak hal ve hareketleri ile ‘keşke kocan benim karım olsaydı da bu gecelik ben onunla yatsaydım’ gibi diyaloglarıyla zaman zaman kendisinden kopmamıza sebep oldu ne yalan diyeyim.

Savaşın en kanlı dönemlerinde her görenin aşık olduğu bir prensesin başından geçenleri merak eder bir yapınız varsa, film tavsiye edilir.

Ben pişman değilim, 2000'li yıllarda Avrupa sokaklarında 3 ayrı hırsızla uğraşmanın sıkıntısını yaşayan Aslı, 1500'lü yıllarda 3 ayrı adamdan çeken Montpensier Prensesi'yle kendini özdeştirdiği için şu anda doğduğuna bile pişman ama ‘yine olsa yine giderim’ diyor...



*İlk fotoğraf: hraklis.devianart.com

10 Ekim 2010 Pazar

BEN İZLEDİM, SEN İZLEME...

Bazen neye göre bir filmi seviyorsun diye soruyorlar. Ben konuyu şöyle tanımlıyorum. Eğer izlerken derin nefes alıp verme ihtiyacı hissetmiyorsam, ben o filmi sevmişimdir. Benim sıkıntı haricinde her hangi bir duygu hissetmeme sebep olmuş her film başımın tacıdır.

Daha önceki yazımda bahsettim. Bu hafta Filmekimi sebebiyle sinema haftamız, hepinize fenalık geçirteceğim! Benim içimi bayanlar sizi baymasın, sahip olduğunuz kısacık dinlenme anlarında yanlış yollardan gitmeyin diye uyarılarım ve önerilerim sizlerin emrinizde!

Filmekimi kapsamında Christoffer Boe’nin Herşey Güzel Olacak filmi haftasonu yolculuğumun ilk durağıydı. Affetmeyin, biletinizi başka bir filmle acilen değiştirin derim. Başrol oyuncusu Jens Albinus başarılı kabul edelim, ancak 7-8 kere derin nefes aldım, siz hesap edin.

Genellikle film eleştirmenleri, eleştiri esnasından filmin tamamını anlattıkları için hiçbir film eleştirisini okumadan sinemaya gidiyorum. Bu sebeple orijinal adıyla STONE çakma adıyla ŞANTAJ filmine bilet alırken dikkatli olun.

Lakin Robert De Niro, Edward Norton, Milla Jovovich ve Şantaj isimlerini birleştirdiğinizde aksiyon, akıl oyunları, macera bekliyorsunuz. Ancak ekranda kendilerini keşfetmeye çalışan iki karakterin içsel yolculuğu var. İkisinin de performansı efsanelere yakışır cinsten, ancak film çok yavaş, beklentilerinizin ayarını o şekilde revize edin.

Haftanın beni şaşırtan filmi tabi ki YEDEK POLİSLER. İlk yedek polisler adını duyunca bu ne kepaze isim gitmem dedim. Hatta S.K. ile filme gitmek isteyen arkadaşlarımızla baya dalga geçtik. Sonra ben bir tuzağa düştüm ve heralde sinemada sadece biz olacağız diyerek orjinal adıyla The Other Guys filminde izleyici koltuğuna oturmuş bulundum.


Film ilk dakikasından itibaren rahatsız edici kahkahalarıma tanık oldu. Kadroda zaten coşkulu bir kalabalık var. Mark wahlberg, beni şu ana kadar sadece Roxbury Nights filmiyle güldürmeyi başarmış Will Ferrell, Michael Keaton,Eva Mendes... Kısa da olsa Samuel Jackson...

Senaryosu Saturday Night Live ekibi baş yazarı ve Will Ferrell tarafından yazılan bu güzide eser görülmeli, eğlenmek sizin de hakkınız. Will Ferrell’ı sevesim geldi ama tam da emin olamadım...

Sinemada bilet alırken en çok rağbet gören filmin Eat, Pray, Love olduğuna şahit oldum. Julia Roberts’ın bu anne görünümlü hallerini izlemek beni ne kadar mutlu eder bilemediğim için henüz filmi izlemedim. Muhasebesini kendi içimde yapıyorum, beni bir süre kendimle baş başa bırakın...

İyi, güzel, mutlu haftalarrrrr!

7 Ekim 2010 Perşembe

PUNK ROCK

İtiraf ediyorum. İzlediğim tiyatro oyununun içine dalmak onun beni başka dünyalara götürmesi, sarsması, etkilemesi çok tecrübe edemediğim bir durum.

Genellikle ilk yarım saatten sonra sıkılmaya, etraftaki insanların bacak sallamasını izlemeye, başkalarının nefes alıp verişlerini dinlemeye başlarım. İlgim dağılır. Ara veriyorlarsa kaçıp gitmek isterim...

Ama deliyim di miii, vazgeçmekten hoşlanmıyorum. Çok tutan kapalı gişe oynayan oyunlar olduğunu duyunca seviniyorum. Bu işi yapanlara fena halde hayranlık ve saygı duyuyorum... Tek ortak olmayan noktamız ben onlar bu işi yaparken hiç eğlenmiyorum...

2 sene önce SENDER’in Ustalarla Buluşma seminerlerinin birinde Murat Daltaban’ı dinlemiştim. Hali, tavrı, tarzına ve Dot Tiyatrosu’nun eşi benzeri yok açıklamalarına içimden kısaca ‘artist!’ demiştim. Ama o gerçekten hem artist hem de haklı bir ‘artist’lik içindeymiş.

Bu akşam G-mall dotmarsta Punk Rock seyircilerinden biriydim. Ortam yapay yapay, oyunculuklar ağdalı-ağırdan almalı değil, herşey çok dinamik ve heyecanlıydı. Hiç mi sıkılmadım? Yine itiraf ediyorum, 1. Saatin sonunda itibaren sıkılmaya başladım. Ama üst limitimi resmen ikiye katlayan ilk oyun oldu... Gelecekten umutluyum...

Hem dekor hem de kostümleri çok beğendim. Dekor Murat Daltaban'a aitmiş. Kostümler ise beni şaşırttı. Tommy Hilfiger sponsorluğunda hani Aşk-ı Memnu'nun kostümlerini yapan, hani Ariel reklamlarına çıkan Başak Fransez ve Deniz Marşan... Tommy Hilfiger Aşk-ı Memnu kelimelerini aynı cümlede kullanabileceğimi hiç düşünmemiştim.

Bu arada oyuncular baya baya iyiydi, özellikle Kaan Turgut ilerleyen yıllarda sinemanın şeytan tüyüne sahip yeni karakteri olur derim... Oyuna gittiğinde hangisi Kaan diye merak edersen kendine bir 10 dakika ver, fark edeceksin.

6 Ekim 2010 Çarşamba

FilmEkimi 2010

Son 50 yılın en sıcak yazı bitti, son 40 yılın en soğuk kışı geliyormuş… Tahminler biraz inandırıcılığını mı yitirdi ne? Yine de bilime saygımız sonsuz dondurucu soğukları bekliyoruz. Genel kanı itibariyle insanlık hava sıcak, güneşli olunca sinemaya gitmez, havaların soğumasını bekler. Sinemanın soğuk havalandırmasına rağmen neden sıcak günler için bir alternatif olamadığı işletmeciler tarafından henüz çözülememiştir.

Neyse ki havaların çat pat arada tüyler ürperten esintileri başladı da sinemalara geri dönüş yaşanıyor. Bu süreçte Filmekimi de bir kıyak çekiyor, ve izlemek için korsanından kaçıp gerçeğini beklediğimiz filmleri yanı başımıza getiriyor.

Tabi son 4 yıldır full time çalıştığım için Filmekimi’nde gitmek istediğim filmlerin uygun seansına bilet bulamama, bulsam da aldığım biletin seansına yetişememe sıkıntıları yaşarken, bu seneden fazlasıyla ümitliydim. Ancak 2 Ekim’de internet problemi yaşayıp, 3 Ekim de Biletix sayfasına girme problemiyle karşı karşıya kalınca ancak 4 Ekim’de bilet alma çalışmalarını başlatabildim. Sonuç; istediğim hiçbir filme bilet almayı başaramamamın ben de yarattığı çöküntüden ibaret.

Kısaca hayat öyle ya da böyle şartlar ne olursa olsun yine de tokadını atmak istiyorsa atıyor diyebilir miyiz?

Peki ben hangi filmlere gitmek istiyordum:



  • Hayranı olduğum ve şu ana kadar beni en çok etkileyen filmlerden biri olduğunu iddia ettiğim “Cesaretin Var mı Aşka” filminin yönetmeni Yann Samuell’den “Aşka Fırsat Ver”
  • Yol hikayelerine duyduğum aşkla ekonomik krizin etkilerini kombinleyen Gustava de Kervern’den Mamut
  • Paris I love u’dan sonra 10 yönetmenin 10 farklı aşk hikayesiyle New York I Love U
  • 2010 Venedik Altın Aslan’ı kazanan Sofia Coppola’dan Başka Bir Yerde
  • 2010 Cannes En İyi Yönetmen, FIPRESCI Ödüllü Mathieu Amalric’ten Turne

Şimdi geldik bir de hangi filmlere bilet almak durumunda kaldığıma;



  • Adını sıkça kullandığım ama tarihi hiç bilmediğim Olivier Assayas’tan Çakal Carlos
  • Romantik gerilim açıklamasıyla ilgimi çeken Montpensier Prensesi
  • Takıntılı senarist ve yönetmenlere duyduğum ilgiden dolayı Her Şey Güzel Olcak
  • Ejderha Dövmeli Kızın devamı Ateşle Oynayan Kız
  • Ring ve Karanlık Sular gibi tek başıma izlemeyi göze alamayacağım filmlerin yönetmeni Hideo Nakata’dan Chatroom.

    Komedi ve aşk filmlerine gitmeye çalışırken gerilim ve macera filmleriyle baş başa kalmak beni biraz tedirgin etse de bu filmlere gidilecek. Herkesin içini baysa da önümüzdeki hafta sinema eleştirilerime maruz kalınacak.

Bence hala vakit varken biletix’ten bilet almaya çalışın, festival ruhundan yararlanın.
Daha az para verip, daha güzel filmler izleyebileceğiniz 8-15 Ekim haftasının keyfini çıkarın.


Best regards,

Ceylan

http://filmekimi.org/